Mahiyeti

     Kur'an-ı Kerim "Allah kelamı" olarak tanımlanır. Kelam anlamlı sözü ifade ettiği için bir muhataba yönelik olmayı (hitap) içermektedir. Yönelik olma bizzat Allah tarafından "hüden" ve "beyyinat" kelimeleriyle açıklanmıştır. Kur an'ın muhtevası bu yönelmişlikle irtibatlı olarak muhtelif şekillerde tasnif edilmekle birlikte ana hatlarıyla "haber" ve "inşa" kısımlarına ayrılmaktadır. Haber esas itibariyle bizzat Allah’ın isimleri ve sıfatları, ahiret ahvali, kıssalar ve kevni olanın beyanı olarak gerçekleşirken hidayet daha çok neyin nasıl yapılması gerektiğini, yani olması gerekeni ifade etmektedir. Bu çerçevede Kur'an da "her şey"in bilgisi bulunmaktadır. (ei-En'am 6/38; enNahl 16/89). Buradaki "her şey" cüz'i olanı değil esas itibariyle külli olanı belirtmektedir. Bu bilgi, bir yönüyle mevcudu kendi var oluşu içerisinde kavramayı anlatırken diğer yönüyle insanların fiilieriyle ilgili hükümleri, yani onların neleri yapması ve nelerden uzak durması gerektiği konusunda onlara yol gösterme anlamında bir hidayeti ifade etmektedir. Kur'an'a muhatap olan insanlar, onu başından itibaren Hz. Peygamber'in kendilerine tebliğ ettiği ve onlara ulaştığı haliyle kavramış ve öylece kabul etmiştir. Bu kavrayış ve kabul müslümanın sağduyusunun esasını oluşturduğundan bu sağ duyuya dayanan yaklaşımı temsil eden fıkhın Kur'an tanımı bu zemin üzerinde oluşmuş ve devam etmiştir. Bundan dolayı klasik fıkıh usulü eserlerinde Kur an-ı Kerim 'i tanımlayanlar onu daha çok fenomonolojik bir şekilde, yani insanlara ulaş­mış ilahi bir kelam olması cihetinden ele alırlar.

          Klasik hale gelmiş olan bir tanımda Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'e inzal edildiği, kendi başına bir mucize olduğu, Mushaflara yazıldığı, hafızalarda korunduğu, okunması ile ibadet edildiği ve tevatüren nakledildiği belirtilir. Tanımda zikredilen unsurlardan özellikle ilk ikisi Resul-i Ekrem dönemi söz konusu olduğunda tayin edici olarak kabul edilmekle birlikte hafızalarda saklanması ve tevatüren nakledilmesi daha sonra yaşayanlar açısından belirleyici ek unsurlar olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan okunması ile ibadet edilmesinin zikredilmesi, onun müslümanın hayatındaki merkezi yerini ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. Fukahanın üzerinde durduğu diğer bir husus da Kuran'ın "lisanî" oluşudur. Bundan dolayı Kur'an'ın ne olduğu sorusu cevaplandırı­lırken onun nazım ve mana olduğunun zikredilmesi aynı zamanda lisani olanın bütün özelliklerini taşıdığını ifade etmektedir. Bütün bu unsurlar, Kur an ı Kerim ile fert ve toplum arasındaki irtibatı müslümanın sağduyusu üzerinden kurma ve muhafaza etme açısından belirleyici bir öneme sahip olagelmiştir.

         Kelamcılar Kur'an-ı Kerim'i onun Allah kelamı olması cihetinden söz konusu ederler. Bu kelamın Allah'a izafeten kelam olması onun insanüstü kaynağını gösterir. Kur'an’ın mahiyetiyle ilgili hususlar kelam kitaplarında Allah’ın sıfatlarından kelam sıfatına dair konular incelenirken ele alınmaktadır. Yani kelam ilminde Kur'an'ın mahiyeti hakkındaki tartışmalar, esas itibariyle doğrudan doğ­ruya Kur'an hakkında olmayıp Allah'ın sı­fatlarıyla ilgilidir ve bu tartışmalarda esas noktayı tevhid meselesi teşkil etmektedir. Bundan dolayı Kur'an ı Kerim'in mahlûk olup olmadığına dair görüş ayrılıkları onun geçerliliğine dair tartışmaların bir neticesi olmayıp Allah'ın sıfatlarının mahiyetiyle ilgili tartışmaların bir parçasıdır. Allah 'ın sıfatlarına dair görüş ayrılıkları her ne kadar 2. yüzyılın ikinci yarı­sından itibaren ortaya çıkmışsa da tartış­manın kaynağını Hıristiyanların Hz. İsa’nın "Allah'ın kelimesi" olduğunu belirten ifadeyi onu ilahlaştırmanın bir gerekçesi olarak kullanmaları oluşturmaktadır. Nitekim Hıristiyanların teslisi temellendirirken bunları zattan ayrı bir tür sıfat olarak göstermeye meyletmeleri. Müslümanların bir kısmını bu konuda daha hassas bir tavır benimsemeye sevk etmiştir. Bu çerçevede Allah’ın diğer sıfatları gibi kelam sıfatının da kadim olmadığı, zatından ayrı bir sıfat olarak kabul edilemeyeceği, bundan dolayı Kur'an'ın Allah kelamı olmakla birlikte hadis, dolayısıyla mahlûk olması gerektiği tezini savunmuşlardır. Bu görüşü benimseyen sınırlı bir grup İslam dünyasında V. (Xl.) yüzyıla kadar varlığını devam ettirmiş olsa da bu yüzyıldan sonra Allah'ın sıfatlarının zatının ne aynı ne de gayri, ancak zatı ile kaim ezeli ve ebedi sıfat ar olduğu üzerinde genel bir ittifak sağlanmıştır. Bu ittifak, önceden bilinmediği halde sonradan oluşturulmuş bir uzlaşma olmayıp genellikle kabul edilmiş olan telakki üzerinde bazı âlimler tarafından tevhide yapılan vurgudan dolayı dile getirilen ihtirazı kayıtların ortadan kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu anlamda tartışmalar Kur'an'ın geçerliliği ve Allah'ın sıfatlarının varlığı hakkında olmayıp daha çok felsefi açıdan genelde sıfat arın ve özel olarak kelam sıfatının nasıl anlaşılacağı konusunda meydana gelmiştir. Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili müzakereler, varlık ve değer konusundaki antolojik bir tavra bağlı olarak anlam kazanmaktadır. Bu tavırda hareket noktasını varlığın ve değerin Allah'la bağlantılı biçimde anlaşılabileceği ilkesi teşkil eder. Kelam ve akait kitaplarında Cenabı Hakkın sübüti sıfatları ele alınırken O'nun kelam sıfatı ifade edildikten sonra hemen tekvin sıfatı zikredilir. Tekvin, Allah'ın mevcut olan her şeyi yarattığını belirtirken bu da "kün" emriyle irtibatlı olarak açıklanır. Bunun anlamı mevcudatın varlığını bir kelamdan yani "kün" emrinden almasıdır. 

 
İsmail ERTEK Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol